15Aralık...
Elimde siyah eski bir bavul, başımda dedemin kalpağı istasyona doğru yürüyorum. Ne lapa lapa yağan karın ne de bavulun ağırlığını umursuyorum...benim için varsa yoksa O...
Geriye dönüp, O'na sıkıca sarılmak ve hiç çıkartmadığı o önlüğüne, gözyaşlarımı silmek istiyorum. Oysaki kar çoktan yolları kapamış...
Sinirle kalpağı çıkarıp yere fırlatıyorum. Artık kar taneleri, hızlıca yüzüme çarpıyor ve haykırıyorum;
Ana gidemem men,
ayrılamam buralardan,
seni yalnız koyamam,
izin ver kalam...
Bir an yanımdan geçen atlının haydi oğul, yola devam deyişini hatırlıyorum...Kalpağı tekrar başıma geçirip istasyona doğru yürümeye başlıyorum.
Adımlarımın hızına inat,gözyaşlarım dinmiyor. Beni yolcu ederken ki, ay bala erkek adam ağlamaz, deyişi geliyor. Gülümsüyorum...
hayat hiç kimse için kolay değil, ama zorluklar olmadan da maalesef gözyaşları akmıyor...
Gidiş sebebim, iç savaştı. Ve savaş sona ermeden, Türkiye'de ki amcamın yanında olmam gerekiyordu, çünkü savaş bittiğinde ülkede ki tüm erkekler askere alınacaktı...
Trenin kalkmasına 4 saat vardı ve buz gibi hava da dışarıda beklemek anlamsızdı. Kalabalıkla birlikte içeri girmiştim. Herkes bir yerlere koşuşturuyordu. Kendime kapının yanında, zar zor bir yer bulabilmiştim. Biletimi ve belgelerimi çantadan çıkarmış etrafı izliyordum. Daha 14 yaşındaydım ve korkuyordum. 40 saat tek başıma tren yolculuğu yapacaktım. Ve o güne kadar hiç sigara içmemiş biri olarak, yanıma yaklaşan askerin uzattığı sigarayı hiç düşünmeden almıştım. Nereye delikanlı diye sorduğunda korkudan cevap vermek istememiştim, ama o bir askerdi ve annem problem çıkarmamamı özellikle tembihlemişti. Kısaca Türkiye'ye diye cevap vermiştim. Sigarasını içine çekerek, sol eliyle omzuma dokunmuş güle güle evlat, yolda kendine dikkat et demişti.
O eski buharlı tren, istasyona girdiğinde herkesi yeni bir telaş almıştı. Kar ise halan devam ediyordu. Sıkıca tuttuğum bavulumla ağır ağır trenin kalkacağı perona doğru ilerlemeye başlamıştım. O anda istasyonun bir ucundan Mustafa oğlum, sesiyle irkilip arkamı döndüm. Ve işte annem orada öylece duruyordu. Evden alelacele çıkmıştı. Üzerinde ne bir palto ne de kazak vardı. Yanakları koşmaktan al al olmuş, saçlarına kar taneleri düşmüş, ellerini önlüğünün cebine sokmuş, karşımda öylece durmuş ağlıyordu. Saatlerdir elimden bırakamadığım bavulu yere bırakmış, O'na doğru koşmuş ve sıkıca sarılmıştım...
Ne güzel kokuyordu, annemm kokuyordu...
Ne olur benimle gel annem, sensiz ne yaparım deyişimin tüm istasyonda yankılandığını hatırlıyorum...
Ama hiçte öyle olmadı, annemi bir daha hiç göremedim...
Gözyaşlarımı elleriyle silmiş ve beni ayrılık trenine çoktan bindirmişti bile. Tren kalkmak için işaretini verdiğinde cebinden işlenmiş beyaz mendilini çıkarıp gözyaşlarını silmişti. O mendili, trenin camından uzatıp elime dokunmak istemiş, ama tren çoktan hızlanmıştı...
İstasyondan çıkıp, sarp dağları geçtik, sayısız durakta durduk ve sonsuz bir sessizlik beni çekim gücüne almıştı. O'ndan uzaklaştıkça yutkunmak daha da zorlaşıyordu. Ve sonunda dayanamayıp kendimi koridora zor atmıştım. Pencereyi açıp kendimi boşluğa bıraktım. 14 yaşında hayat çok ağır gelmişti.
Hayatın mışları,
acının sessizliği,
özlemin korkusu,
gençliğin toyluğu vardı işte...
Yaklaşık 40 saat sonunda, kar yavaşlamış, dağlarda ki sis kalkmış ve güneş görünmüştü. Uzakta ki tepelerden güzel bir gün doğuyordu. Tren, Türkiye sınırına girmişti.
İstasyona vardığımızda beni amcam karşılayacaktı. Amcam ile daha önce bir kez karşılaşmıştık, o yüzden O'nu tanıyordum. Amcamı ararken az ileri de siyah saçlı, beyaz tenli ve yeşil gözlü kızın bana gülümsediğini görmüş, utanarak başımı çevirmiştim. Omzumda bir el hissettiğimde amcam çoktan bana sarılmıştı.
Türkiye'ye geldikten 3 sene sonra savaş bitti. Anneme yazdığım mektuplar savaş dolayısı ile çok zor gitmişti, ama yine de her hafta O'na mektup yazmıştım. Savaş bittiğinde geri dönmek istedim, ama 17 yaşını dolduran tüm erkekleri askere aldıkları için annem dönmemi istememişti. Gelmeyi çok istedi, ama onlarında ülke dışına çıkışları engellenmişti.
Yıllar sonra yine trenle doğduğum yere, O'nu görmeye gittim...
70 yıldır hiç gidemedim, ne acı...
Tren, o bilindik eski istasyona girdiğinde, gözlerim o ağlamaklı, saçlarına kar taneleri düşmüş kadını aradı ama göremedi. Her şey o kadar değişmişti ki, bir an evimizin sokağını bile hatırlayamaz olmuştum. Ama elbette, o mavi boyalı pencereyi gördüğümde hemen hatırlamıştım... Mutfak perdesi tıpkı annemin bıraktığı gibi hala açıktı...
Kapıya hızlıca vurdum,
ama hiç ses gelmedi...
Uzun süre bekledikten sonra aç annem ne olur aç, bak ben geldim tıpkı eski günlerde ki gibi diye kapıyı yumrukladım...İşte o an yumrukladığım ellere baktığımda hayatımın çoktan geçip gittiğini anladım...ve annemin istasyona yakın bir mezarlıkta beni beklediğini hatırladım...Her gelen trenle beni kucaklıyordu...
Yine de eve girdim.
Gözlerim mutfakta ki masanın üzerinde ki kurabiye kutusuna takılmıştı...Koca bir iç çekerek, o kutudan ne çok kurabiye çaldığımı hatırladım. Ağır ağır üst kata çıktım, odasına girdim ve şifonyerin üzerinde ki mektuplarımın özenle açılıp okunduğunu ve tekrardan zarflarına koyulmuş olduğunu gördüm...
Çatı katına çıktığımda ise hala o bilindik annem kokusu vardı ve bir ses
Ay bala ağlama, erkek adam ağlamaz...
başka bir hikayede görüşmek üzere
kucak dolusu sevgiler...
Not: Fotoğraf Bill Merlavage'e aittir...
Yine etkileyici, duygu dolu bir hikaye. Teşekkürler bu güzellikler için.
Bu arada istasyon ve garlar bana hep duygu yüklü gelmiştir. Birbirini bekleyenler, ayrılanlar, heyecanlar hepsi oradadır.
Posted by: BurBur | November 15, 2007 at 08:20 PM
burbur, çok teşekkür ederim, vakit ayırıp okuduğun ve yorum bıraktığın için:)
beğenmene sevindim, güzel bir haftasonu diliyorum, sevgiler...
Posted by: zyn₪p | November 16, 2007 at 09:47 AM